Bir Edebiyatçının Gözünden: Göz Hastalıkları Randevusuz Gidilir mi?
Kelimelerin dünyasında yaşarken, her kavram bana bir hikâyeyi çağrıştırır. Göz dediğimizde yalnızca bir organı değil, görmenin anlamını, algının katmanlarını ve insanın kendini dünyaya açma biçimini düşünürüm. “Göz hastalıkları randevusuz gidilir mi?” sorusu, kulağa sıradan bir bilgi arayışı gibi gelebilir; oysa bu cümlenin içinde beklemek, görmek, tanıklık etmek ve umut etmek gibi pek çok insani tema gizlidir. Edebiyat, tıpkı tıp gibi, insanın içini iyileştirmeye çalışan bir alandır. Ve bu sorunun ardında da, aslında bir insanın şifa arayışına dair edebi bir yolculuk vardır.
—
Beklemek: Zamanın Edebi Sessizliği
Randevusuz gitmek, belirsizliğe adım atmaktır. Bu durum bana Franz Kafka’nın “Şato”sundaki karakteri hatırlatır; kahraman, ulaşmak istediği yere bir türlü varamaz, her kapı bir sonraki bekleyişi doğurur.
Bir göz hastanesinin bekleme salonu da bu anlamda modern dünyanın küçük bir metaforudur. İnsanlar orada yalnızca sıranın kendilerine gelmesini değil, belki de görmenin yeniden başlayacağı anı beklerler.
Edebiyat, bekleyişi bir olgunlaşma süreci olarak anlatır. Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken” oyunundaki karakterler gibi, insanlar bazen bir randevunun, bir doktorun ya da bir tanının kendilerine yeni bir anlam sunmasını umar.
Dolayısıyla, “randevusuz gidilir mi” sorusu, yalnızca sağlık sistemine değil, insanın zamana ve sabra bakışına dair derin bir sorudur.
—
Görmek: Edebiyatın En Eski Motiflerinden Biri
Edebiyatta görmek, bilmekle eşdeğerdir. Homeros’un destanlarında Kör Kehanet motifi sıkça karşımıza çıkar; çünkü bazen en çok görenler, gözleriyle değil, içsel sezgileriyle bakanlardır.
Modern dünyada ise, görme duyusunu kaybetmek ya da bulanık görmek, yalnızca fiziksel bir yitim değil, metaforik bir “iç karanlık” anlamı taşır.
Göz hastalıkları bölümüne randevusuz gitmeyi düşünmek, aslında insanın içsel bir telaşının dışavurumudur. “Bir an önce görmek istiyorum” diyen bir iç ses vardır orada.
Bu telaş, Dostoyevski karakterlerinde de hissedilir. Karanlık bir iç dünyadan aydınlığa çıkmak isterler ama her defasında kendi gölgeleriyle karşılaşırlar.
Edebiyat bize öğretir ki, görmenin iyileşmesi bazen beklemeyi, bazen de kendi iç karanlığımızla yüzleşmeyi gerektirir.
—
Randevu: Modern Dünyanın Yeni Ritüeli
Eskiden insanlar şifacılara, bilge kişilere, dervişlere rastlantı yoluyla giderdi. Şifa, bazen yolda, bazen bir sözde, bazen de bir bakışta gizliydi.
Bugün ise randevu kavramı, modern dünyanın yeni düzenidir.
Bir yere gidebilmek için zaman belirlemek, insana kontrol hissi verir. Ancak bu kontrol, aynı zamanda ruhsal bir yabancılaşmayı da beraberinde getirir.
Edebiyat, planlanamayan karşılaşmaların büyüsüne inanır.
Bir hastaneye randevusuz gitmek, bu düzenin dışına çıkma arzusudur. Tıpkı Albert Camus’nun “Yabancı”sındaki Mersault gibi, insan bazen toplumun kurallarına başkaldırır — çünkü yaşamın kendiliğindenliğine inanır.
Randevusuz gitmek, “Ben şimdi buradayım, görmek istiyorum” demektir. Bu bir acele değil, bir varlık bildirisidir.
—
Göz Hastalıkları Kliniği: Bir Anlatı Mekânı
Bir göz hastalıkları kliniğini düşünelim.
Duvarlarda sessizlik, bekleme koltuklarında içe dönük bakışlar… Orası aslında bir hikâye arşivi gibidir. Her hastanın gözünde başka bir romanın satırları gizlidir.
Kimisi karanlığı aşmak ister, kimisi ışığa yeniden alışmayı.
Randevulu ya da randevusuz olmak, bu hikâyelerin yönünü belirlemez; çünkü asıl mesele, görme isteğinin içtenliğidir.
Edebiyatçılar bilir ki, her hikâye bir “bakışla” başlar. Belki de bu yüzden, bir hastaneye gitmek bile bir anlatı eylemidir — insanın kendini yeniden yazma çabasıdır.
—
Sonuç: Görmenin ve Beklemenin Edebiyatı
Sonuç olarak, “Göz hastalıkları randevusuz gidilir mi?” sorusuna verilecek teknik bir cevap elbette vardır: Çoğu hastanede randevu sistemiyle çalışılır, bazı acil durumlarda ise randevusuz kabul mümkündür.
Ama edebiyatın dilinde, bu sorunun cevabı daha derindir.
Randevusuz gitmek, bir karakterin kendi kaderine müdahale etme çabasıdır.
Beklemek ise o kaderi kabullenmenin sessiz şiiridir.
Görmek, yalnızca gözün işi değildir; aynı zamanda anlamanın, hatırlamanın ve hissetmenin eylemidir.
O hâlde belki de her okur, bu yazının sonunda kendine şu soruyu sormalıdır:
“Ben neyi görmek için bu kadar acele ediyorum, ve neyi beklemeye razıyım?”
Edebiyatın büyüsü de tam burada gizlidir — bir cümlenin içinde bile kendimizi yeniden görmeyi öğretir.